Sefarad Yahudisi Kime Denir? Bir Yolculuğun, Bir Kimliğin, Bir Kalbin Hikâyesi
Bazı hikâyeler vardır, kelimelerle değil yürekle anlatılır. Bugün size sadece tarihî bir bilgiyi değil, kuşaklardan kuşaklara taşınan bir kimliğin, bir aidiyetin ve insan ruhunun direncini anlatmak istiyorum. Bu, Sefarad Yahudilerinin hikâyesi… Ama aslında biraz senin, biraz benim, biraz da hepimizin hikâyesi.
Granada’da Başlayan Yolculuk: Samuel ve Miriam’ın Hikâyesi
1492’nin sıcak bir yaz sabahı… İspanya’nın Granada kentinde Samuel adında genç bir adam, annesinin elini son kez tutuyordu. Kral Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın çıkardığı fermanla, yüzyıllardır İber Yarımadası’nda yaşayan Yahudilerin ülkeyi terk etmeleri emredilmişti. Samuel, gözlerini uzaklara dikerken içinde tek bir düşünce vardı: “Hayatta kalmalı, yeniden başlamalıyım.”
Yanında, hayatı sevgiyle dokuyan eşi Miriam vardı. Miriam’ın bakışları korkudan değil, umuttandı. O, Samuel’in aksine her şeyin çözümünü stratejiyle değil, kalple bulurdu. Samuel rotaları, limanları ve gemileri düşünürken; Miriam insanların yüzlerine bakıyor, dostluklar kuruyor, hayatta kalmanın yolunun insana dokunmaktan geçtiğini biliyordu.
“Sefarad” Bir Coğrafya Değil, Bir Hafızadır
Sefarad kelimesi, İbranice’de “İspanya” anlamına gelir. Sefarad Yahudileri, 1492’de İspanya’dan sürülen ve daha sonra Osmanlı İmparatorluğu, Kuzey Afrika, Hollanda, İtalya ve Balkanlar gibi farklı coğrafyalara göç eden Yahudilerdir. Onlar yalnızca bir yerden başka bir yere gitmediler; beraberlerinde dillerini (Ladino), geleneklerini, yemeklerini ve dualarını taşıdılar. Sefarad kimliği, bir pasaporttan çok daha fazlasıydı; bir bellekti, bir kültürdü, bir direnişti.
Samuel ve Miriam’ın torunları İstanbul’a, Selanik’e, İzmir’e yerleşti. Her biri, yeni topraklarda kök salarken eski topraklarının kokusunu kalplerinde taşıdı. Bir kısmı zengin tüccar oldu, bir kısmı bilgin, bir kısmı ise sıradan bir zanaatkâr… Ama hepsi, kim olduklarını hiç unutmadı.
Erkeğin Planı, Kadının Kalbi: Sefarad Kimliğini Yaşatmak
Samuel’in torunu Rafael, ailesinin mirasını sürdürürken dedesinin stratejik bakışını taşımıştı. Cemaat için yeni sinagoglar inşa etti, eğitim kurumları kurdu, kültürel mirası korumak için planlar yaptı. O, çözüm odaklıydı; geçmişin acısını geleceğe yön verecek bir güce dönüştürmek istiyordu.
Rafael’in kızı Ester ise dedesi Miriam’ın izindeydi. Her şeye kalbiyle dokunur, insanlara kim olduklarını hatırlatırdı. Sefarad mutfağından çıkan kokularla mahallede dostluklar kurar, Ladino dilinde söylediği şarkılarla komşuların yüreğini ısıtırdı. Onun için kimlik, sadece korunan bir miras değil; paylaşıldıkça büyüyen bir sevgiydi.
Sefarad Olmak: Göçten Fazlası, Hatırlamanın Kendisi
Bugün “Sefarad Yahudisi” dediğimizde, sadece bir etnik kimlikten söz etmiyoruz. Bu terim, yüzyıllar boyunca süren bir yolculuğun, acının ve yeniden doğuşun adıdır. Sefarad olmak, evini kaybettiğinde bile kim olduğunu unutmamak demektir. Anavatanını geride bırakıp yeni topraklara kök salarken, geçmişini onurlandırmak demektir.
Sefarad Yahudileri hâlâ Ladino dilinde dualar eder, 500 yıl önceki yemek tariflerini sofralarına taşır ve bayramlarda atalarının söylediği şarkıları söyler. Çünkü onların kimliği bir toprak parçasına değil, bir hatıraya bağlıdır.
Kimlik Bir Yolculuktur: Hepimizin İçinde Bir Sefarad Vardır
Belki biz de bir zamanlar köklerimizden koparıldık, belki bir göçmen gibi hayatın bir kıyısından ötekine savrulduk. Ama Sefarad Yahudilerinin hikâyesi bize şunu hatırlatır: Kimlik, sahip olduğumuz şeylerin toplamı değil; kaybettiklerimize rağmen taşıdığımız inançtır. Samuel’in kararlılığı, Miriam’ın sevgisi, Rafael’in planı ve Ester’in empatisi… Hepsi bir araya geldiğinde “Sefarad” olur.
Bugün bu hikâyeyi okurken belki sen de kendi içindeki Sefarad’ı hissedeceksin. Çünkü hepimiz bir şekilde göç ederiz; bazen şehir değiştiririz, bazen hayat. Ama önemli olan, nerede olursak olalım kim olduğumuzu hatırlamak…
Ve belki de en güzeli, bu hikâyeyi paylaşarak o kimliği yaşatmak…